Karşımdaydı.Gözlerimdeydi. Sesim, soluğum kesildi birden. Bakışlarında hüzne çalan bir bulanıklık geziniyordu sanki. Düşler kadar güzeldi.Hatta, itiraf edeyim, çok ama çok güzeldi.Seneler önce başlanıp devam edilmemiş bir öyküyü hatırlatıyordu bana.Her şey birbirine karışıyor, birbirine benziyor, birbiri içinde eriyip dağılıyordu o an. Büyülenmiş olmalıydım.Birden o şarkıyla ürperdim :
“ Bırakma ellerimi. Bırakma yalnız beni. Son defa seyredeyim o yaşlı gözlerini…”(*)
Son altmış senemize damgasını vurmuş, yurt içi ve dışında sayısız ödüller kazanmış, başarılara imza atmış, kitleleri peşinden sürüklemiş gerçek bir ‘yıldız oyuncuydu Hülya Koçyiğit. Düşünüyorum da, çok az sinema yıldızı böylesi sevilmiş, özdeşlik kurabilmişti izleyicisiyle.Rol model olabilmişti.
Bütün o melodramlar… Belki bu yüzden, başka filmlerine rağmen en çok “Boş Çerçeve”, “Yeryüzünde Bir Melek”, “Severek Ayrılalım”, “Kalbimin Efendisi”, “Sensiz Yaşayamam”, “İki Bin Yılın Sevgilisi”, “Senede Bir Gün”, “Kadın Asla Unutmaz”, “Hıçkırık”, “Ölmüş Bir Kadın’ın Evrak-ı Metrukesi”, “Yarın Ağlayacağım” ile sevmiştim Hülya Koçyiğit’i…ve bir o kadar da ötede durmuş, haydi gizlemeyeyim şimdi, kıskanmıştım.Evet, fena halde kıskanmıştım. (Filiz Akın fanatiği olarak, Koçyiğit’i o yıllarda dışlamam, yok saymam elbette bağışlanılasıdır.) İlk karşılaşmamızda ” Biliyor musunuz, sizden hep uzak durmuştum,” dediğimde yüzünde beliren ifadeyi hiç unutmuyorum.Durumu açıkladığımda ne çok gülmüştük karşılıklı, hatta bana “ Bundan böyle ben de hep hayatınızdayım, değil mi ? ” diye imzalamıştı fotoğrafını. Zaten hep hayatım (ız) da, değil miydi ?
Birer şeref madalyası gibi taşıdığı o filmler.Yaşadıkça bizleri terk etmeyecek, Hülya Koçyiğit tarafından canlandırılmış bütün o karakterler. Nalan, Aliye, Cemile, Zehra, Nedret, Kezban, Nazlı, Kınalı Yapıncak mesela.
Duyarlı, kalibresi yüksek oyunculuğu, eşsiz yorum gücüyle sinema denilen o tılsımlı kubbenin altında, sedasını sonsuza taşımış ender sanatçılarımızdan biriydi, hiç kuşkusuz. Hayatın, insanın tanığı ve belleği oldu yaşar kıldığı kimliklerle.Perde kapandıktan, ışıklar yandıktan sonra bile izleyicisinin beyninde seyrine devam edilen bir oyuncu olarak kaldı hep. Zaman içinde geliştirdiği, kalıplara sığmayan oyunculuk tekniğini, gözlem yeteneğiyle çoğaltmış, hiç aralıksız çalışmış, erişilmez başarılara imza atmıştı.
Karşımdaydı.Gözlerimdeydi.Küf rengi bir sis iniyordu saçlarına. Yağmur yağsın istiyordum. Yerleri örten yapraklar…o ıslak, kahverengi sararmışlık. Ağırdan alan bir hüzündü önce duyumsadığım. Çoğaldı sonra. İçimi kapladı.Nalan’ı düşündüm yeniden.Susuz Yaz”ın Bahar’ını.
Pınar Çekirge– Güzelliği, sonsuz fedakarlığı, masumiyeti, hicran, elem ve koşulsuz sevgiyi simgeleyen romanesk bir kimliktiniz sinemada ve dört jenerasyona hitap ettiniz. Saygı gördünüz, çok sevildiniz…
Hülya Koçyiğit– Çünkü aynı sevgi, saygıyla izleyicimizin karşısına çıktık. Bizler, bizim kuşak seyirciyle beraber büyüdük, diyebilirim. O masalsı, sevgi temasının işlendiği filmlerde el ele, gönül gönüle büyüdük…
Pınar Çekirge – Hatırlıyorum, Ankara Uçan Süpürgeler Film Festivali’nde muhteşem bir an yaşanmıştı yıllar önce. Bir yandan Şoray, Akın, diğer yandan siz ve Girik sahnenin ortasına doğru yavaş yavaş yürüyordunuz. Salon yıkılıyordu alkıştan. Derken bir film önerisi gündeme geldi…
Hülya Koçyiğit– Dördümüzün aynı filmde rol alacağı projeyi peşin olarak kabul etmiştim. Fakat arkası gelmedi. Olumsuz değerlendirenler çıkmış sanırım. Oysa sinemaseverlere çok güzel bir armağan olabilirdi o film…
Pınar Çekirge – Geçmiş zaman sislerini dağıtan o melodramlar, oldum olası etkilemişti beni.Nasıl desem, bir güz yağmuruyla ıslanan o kırık aşklar! Bir gece dansına tutsak edilen sevinçler…doludizgin bir oyunculuk sergilediniz her defasında.Meodramlarda da, sosyal içerikli filmlerde de fermana atılan mühür benzeri bir oyunculuktu bu, bahsettiğim.
Hülya Koçyiğit– Haklısınız Pınar, uzun süre masalsı filmlerde rol aldık. Düşünsenize, neredeyse yılın her günü çekim vardı. Üst üste filmlerde oynuyorduk. Karşılıklı sinemalarda gösterime giriyordu filmlerimiz. Bir setten diğerine koşuyorduk. Sürekli çalıştığımız firmalar vardı bu arada. Erman Film benimle film yapardı örneğin, Erler Film Filiz ile…Firmalar yıldızlarına göre politikalarını belirleyip yatırımlarını kendi sanatçılarına göre şekillendirirlerdi. Hep bir şablon tip çizilmişti bize. Bana, Fatma’ya, Filiz’e, Türkan’a. O tiplerle özdeşleştirilmiştik bu bağlamda. Sadece o tipi canlandırmamız beklenirdi. Kalıpları kırmak zordu. ‘Türk halkı seni kardeşi, yengesi olarak benimsemiş. Bu kimliğin dışına çıkmandan rahatsızlık duyabilir,’ demişti Lütfü Akad bana bir defasında. Oysa yeni bir şeyler yapmalıydım. Nasıl desem, kendimi oyuncu olarak kanıtlamam gerekiyordu. Beyaz perdede sadece bir fotoğraf olarak kalmayı yeğleyemezdim. Madem etkili bir konumdaydım, söylenecek sözlerim vardı, söylemeli; insanımızı, onların sorunlarını dile getirmeliydim. Bu, bir sanatçı olarak benim görevim, sorumluluğumdu ayrıca. Dediğiniz gibi, gerçekle pek ilintisi olmayan, düşsel karakterlerle oyaladık izleyiciyi uzun seneler. Kolaycılığa, tekrara yenildik bazen. Edebiyatımızdan çok fazla yararlanamadık örneğin. Senaryo çalışmalarına istediğimiz ölçüde hazırlanma süremiz bile yoktu, inanın. Bir yanda yapımcılar, işletmeciler, senaristler ve onların istekleri vardı. Evet, iki yüz küsur filmde rol aldım, dile kolay. Bu kadar çok film yapıp bu denli kendimi hırpalamaya ne gerek vardı diye, düşündüğüm olmuştur arada. Sinir sistemim çok yıprandı. Uykusuzluk, çarpıntı, gastrit, baş ağrılarından yakındığım oldu.
Pınar Çekirge – Ve giderek sinemada star sistemi tıkandı. Yönetmen sineması ön plana çıktı. Ve siz artık yaşayan karakterleri canlandırmaya başladınız perdede…
Hülya Koçyiğit– Katılıyorum. ‘Gökçeçiçek’, ‘Gelin’, ‘Düğün’, ‘Diyet’, ‘Bez Bebek’, ‘Derman’, ‘Firar’, ‘Karılar Koğuşu’, ‘Almanya Acı Vatan’, ‘El Kapısı’, ‘Kurbağalar’, ‘Ponente Feneri’, ‘Dikenli Yol’, ‘Şelale’ bu yeni dönemin ürünleriydi aslında.
Hülya Koçyiğit’in güzelliği alıp götürüyor beni.Konuşurken sözcükleri yakalayamamam bundan.
İçten, duygu yüklü ve sinema tarihimizin en önemli isimlerinden biri Hülya Koçyiğit.Atilla Dorsay’ın sesini duyar gibi oluyorum:
” Geniş bir canlandırma yelpazesi ve çok farklı kimliklere bürünme yeteneği olan, her kalıba girip her sınıfa ait olabilen, ama nedense en çok Muazzez Tahsin, Kerime Nadir veya Esat Mahmut romanlarından yapılmış uyarlamalarda, Büyükada veya Boğaz köşklerinde genelde beyaz üniformalı deniz subayı Ediz Hun’la yanlış anlaşılmalarla ayrılıp birleşmelerle dolu, kederli aşklar yaşayan kibar evin kızı olarak benimsediğimiz…“
Sinemamızın çok yüzlü oyuncularından biriydi kuşkusuz. Kenar mahallelerden, varoşlara, el kapılarında savrulan hayatlardan, kente göçmüş bir ailenin törelere yenik düşmüş gelinine, burjuva kadınının şaşalı ve bir o kadar da sarsıntılarla dolu iç dünyasına uzanan onlarca kimlik…Ve bir detay; Ediz Hun gibi, Hülya Koçyiğit de Yeşilçam’da en çok roman uyarlamasında rol alan oyuncudur, bu arada.
Hülya Koçyiğit melodramlarını her izlediğimde, şimdi bile gözlerimin ıslandığını, inkar edemem. Bir kucak leylak, ille bembeyaz kırlentlere bulaşmış o kan lekeleri, yangınlı bir bahçede unutuluş siyah kadife eldiven.
Tıpkı o şarkıda olduğu gibi :
” Bir gün kaparsak gözlerimizi, son hıçkırık göklerde buluşturacak bizi..” (**)
Kuşkusuz sinema tarihimizin en büyük, en önemli sanatçılarından biriydi Hülya Koçyiğit.Rakipsizdi bu bağlamda.Yeri dolmayacak olandı.Salt rollerini yaşar kılmasındaki başarısından değil, sanatına beslediği özenden, saygıdan dolayı da.Sinema sesi, soluğu, öncesi, sonrası, şimdisi, tutkusu olmuştu her zaman.Dahası kabuklaşmış eskilerin üstünden sıyrılmış, prototip bir oyuncu olmadığını kanıtlamıştı.Çünkü yaşamakla oynamak arasındaki kan bağının farkındaydı.Perdede canlandırdığı duyguların satır altlarını başarıyla çizip, yeni duyarlıklar serpiştiriyordu.Kısa sürede hayattan damıttıklarıyla kendine özgü bir oyunculuk tekniği oluşturmuş, sade, dengeli, tartımlı, ayrıntılı nice yoruma imza atmıştı.Hülya Koçyiğit’in anlayış, kavrayış, yansılama, algılama yetisinin yanı sıra, kamera ve izleyici ile kurduğu olağanüstü bir duygu bağı vardı.Her karakterin, her hissin ruhuna iniyordu…yoruma dayalı yaratıcı ve bilinçli oyunculuğu, doğru kimlik çözümlemeleri onu her defasında farklı doruklara taşıyordu ister istemez.Oynamıyor, oynadığını yaşıyordu adeta.Bir crescendo gibi yükselen hüzünlere, elemlere perdede hayat vermesi bundandı.
Pınar Çekirge– Şimdi düşünüyorum da, “Hiçbir Gece ” müthiş bir filmdi.
Hülya Koçyiğit – Sahi öyle mi düşünüyorsunuz…
Pınar Çekirge – Selim İleri’nin olağanüstü duyarlılığı, sizin oyun gücünüz ve güzelliğinizle birleşince şiirsel sinemanın en güzel örneklerinden biri çıkmıştı ortaya. Ne yazık ki seyirciyle yeterince buluşamadı o yıllarda. Değeri anlaşılamadı.
Toprağın buğuladığı yağmur kokusunu çektim içime. Kızıl vazoda zambaklar vardı. Kreme çalan beyazlıklara takıldı gözüm bir an. Hülya Koçyiğit bizim ilk hıçkırığımız, samanyoluna yazılmış destansı aşkımız, boş çerçeveye tutsak ettiğimiz o yasak sevda, bir ömrü yaşama çeviren, anlam katan tek güzelliğimiz, şıklığımız, çocuksu masumiyetimiz, zarafetimizdi. Ondan vazgeçmemiştik hiç. Vazgeçemezdik…Hülya dolu güzellikler, o sınırsız duyarlılık sonsuza kadar bizimle kalacaktı, biliyordum.Perdede yaşar kıldığı her karakteri hiç ezilmeden, tüm incelikleriyle, dahası en sahici anlamıyla var ederek, su götürmez ustalığını her defasında kanıtlayan, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en önemli oyuncularından biriydi Hülya Koçyiğit.Filmin başından sonuna değin, izleyicisini sürükleyen, onda binbir duyarlılığı çoğaltan bir oyun tekniğine sahipti öncelikle. Zaten zaman içinde kendi seyircinizi oluşturma nedeninin altında yatan da, bu uçsuz bucaksız perde sempatisi ve yeteneğiydi, bana göre.Dram, avantür, komedi, melodram her ne oynadıysa, büyük başarılara imza attı.Ölçüt oldu.’Perde, izleyici ilişkisi’ni sağlamlaştıran yüksek oyunculuk performansı, oyunculuğundaki zengin renk ve doku skalasıyla birleşip, çoğul anlamlar üretiyor ve her rolü aynı başarıyla sergilemesine neden oluyordu.Hülya Koçyiğit ile konuşurken Murathan Mungan’a hak vermiştim, ” Starlık gözlerdeki kırılganlıktır,” demişti bir defasında.” Çocukluğunda kimsenin yara almadığı yerinden yara almış insanlar star olur..”Gözbebeklerinde saklı o hüzün ıslağı kırılganlığı ayrımsamıştım yeniden.Şimdi itiraf ediyorum, birinci elden tanığı olduğum hüzünler, yalnızlıklarla dolu o melodramlara sığınmış bir mülteciyim senelerdir.Denizin bulanık yüzünde yer yer pembe ışıklar oynaşıyordu. Rüzgar sertleşmişti. Yağmur, sağanak halini almıştı giderek. Karanlık basmıştı iyice. Gözleri kızarmıştı Nalan’ın. Yanakları çökkün ve soluk…dudaklarında kah pıhtısı…bir şey söyleyemiyordu Kenan.Susuyordu. Boğazına, yüreğine kadar kurumuş, taş kesilmişti sanki. Keder doluydu bakışları. Son hıçkırık ayırmak üzereydi onları.Hülya Koçyiğit hep bir simge, büyüleyen, ışık saçan bir yıldız, seyirci üstündeki egemenliğini hiç yitirmemiş, bir anıt oyuncu, bir ekol, bir üslup olarak 1963’den bugüne toplumbilimsel ve ikonografik değeriyle hep bizimle oldu.Mesela ” Film Gibi Hayatlar ” programıyla oluşturduğu, yarına değil gelecek yüzyıllara kalacak görsel bellek ve arşiv çalışması o kadar değerli ki…Bir sonraki yazımda tiyatro sahnesindeki Hülya Koçyiğit’i Hülya Koçyiğit’ten dinleyeceğiz.İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu dönemini, rol aldığı piyesleri…Hava ağrıyordu.Gökyüzüne baktım.Şafak söküyordu.Rutubetli bir yalnızlık çökmüştü içime.Uzaklardan bir yerden bir martı sesi geldi.Belki yağmur yağacaktı.Nazlı, o neredeyse unutulmuş kır kahvesinde her sene olduğu gibi, Emin ile buluşmaya gidiyordu.(*) “Boş Çerçeve” Söz yazarı Şendoğan Arda; beste İsmet Nedim / Metin Bükey.(**) ” son Hıçkırık “Beste: Şekip Ayhan Özışık Güfte: Sadık Şendil.
Fotoğraf temini için Sema Telli, Bircan Usallı Silan ve N1 Danışmanlık ve Organizasyon’a teşekkür ederiz.